Ruanda Soykırımı
Hepimiz Ruanda’da yaşanan katliama şahit olan yaşlardayız. Peki Ruanda’da neler yaşanmıştı? Bu ülkeye yapacağımız gezi öncesi ülkenin yakın tarihini kısaca hatırlayalım.
Hutu kimdir ? Tutsi kimdir?
Şu anda Ruanda olan bölgenin en eski sakinleri, MÖ 8000 ile MÖ 3000 yılları arasında bölgeye yerleşen ve bugün Ruanda’da kalan bir grup yerli pigme avcı-toplayıcı olan Twa‘lardı. MÖ 700 ile MS 1500 yılları arasında bir dizi Bantu grubu Ruanda’ya göç etti ve orman arazilerini tarım için temizlemeye başladı.
Tarihçilerin Bantu göçlerinin doğasıyla ilgili çeşitli teorileri var: Bir teori, ilk yerleşimcilerin Hutu olduğu, Tutsi‘lerin ise daha sonra göç ettiği ve muhtemelen ayrı bir ırksal grup oluşturduğu yönünde.
Alternatif bir teori ise, komşu bölgelerden gelen göçün yavaş ve istikrarlı olduğu, gelen grupların yerleşik olanlarla yüksek genetik benzerlik taşıdığı ve mevcut toplumu fethetmek yerine entegre olduğu yönünde.
Bu teoriye göre, Hutu ve Tutsi ayrımı daha sonra ortaya çıktı ve ırksal bir ayrım değildi; esas olarak Tutsilerin sığır güttüğü, Hutuların ise toprağı işlediği bir sınıf veya kast ayrımıydı. Ruanda’daki Hutu, Tutsi ve Twa’lar ortak bir dil paylaşırlar ve topluca Banyarwanda olarak bilinirler.
Nüfus önce klanlar (ubwoko) ve daha sonra 1700’de yaklaşık sekiz krallık halinde birleşti. Tutsi Nyiginya klanı tarafından yönetilen Ruanda Krallığı, on sekizinci yüzyılın ortalarından itibaren baskın krallık haline geldi, bir fetih ve asimilasyon süreciyle genişledi ve en büyük boyutuna Kral Kigeli Rwabugiri‘nin hükümdarlığı döneminde ulaştı.
1853–1895 arasında Rwabugiri, krallığı batıya ve kuzeye genişletti ve idari reformlar başlattı, bu da Hutu ve Tutsi nüfusu arasında bir anlaşmazlığın büyümesine neden oldu. Bu reformlar arasında, Hutuların el konulan topraklara yeniden erişim sağlamak için uygulamak zorunda olduğu bir zorunlu çalıştırma sistemi olan uburetwa ve Tutsi patronlarının ekonomik ve kişisel hizmet karşılığında sığırları Hutu veya Tutsi müşterilerine devrettiği ubuhake yer alıyordu. Her ne kadar Hutu ve Tutsi’ye sıklıkla farklı muamele edilse de, aynı dili ve kültürü, aynı klan adlarını ve aynı gelenekleri paylaşıyorlardı; akrabalık sembolleri aralarında birleştirici bir bağ görevi görüyordu.
Peki bu duruma nasıl gelindi?
1890 Brüksel Konferansı‘nda Ruanda, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen egemen devletlerce Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi payına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907’ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi. Kral ile ittifak kurarak ülkede varlığını sürdürdü.
I. Dünya Savaşı‘nın ardından Ruanda yönetimi Belçika‘ya verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. 1930’ların başında Belçika, Ruandalıları üç etnik (etno-ırksal) gruba ayırarak nüfusu kalıcı bir şekilde bölmeye başladı; Hutular nüfusun yaklaşık %84’ünü, Tutsiler yaklaşık %15’ini ve Twalar yaklaşık %1’ini temsil ediyordu. Her bireyin Tutsi, Hutu, Twa zorunlu kimlik kartları çıkarıldı.
Daha önce özellikle zengin Hutuların fahri Tutsi olmaları mümkün olsa da, kimlik kartları gruplar arasında daha fazla hareketi engelledi ve sosyo-ekonomik grupları katı etnik gruplara dönüştürdü. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Pigmeler (Twa) yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı.
Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak ve akıl dışı kriterler kullanıldı. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh’un soyuna dayandırılan Tutsilerin daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edildi ve uzun boy, güzel görünüm gibi fiziki özellikleri olanlar Tutsi sayıldı. Bunun yanında zengin olanlar, örneğin, 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar da Tutsi olarak kaydedildi. Daha sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar Hutulara neredeyse tamamen kapandı.
II. Dünya Savaşı‘ndan sonra, o tarihe kadar Tutsileri, Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletti, hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü Hutuları desteklemeye yöneldi.
Ruanda’da bir Hutu Özgürleşme Hareketi büyümeye başladı; bu hareket, savaşlar arası sosyal reformlara yönelik artan kızgınlığın ve ayrıca Katolik Kilisesi içinde Hutu’lara yönelik artan sempatinin körüklediği bir hareketti. Katolik misyonerler giderek kendilerini Tutsi seçkinleri yerine yoksul Hutuları güçlendirmekten sorumlu olarak görmeye başladılar; bu durum, yerleşik siyasi düzene yeni bir denge sağlayan oldukça büyük bir Hutu din adamı ve eğitimli seçkinlerin hızla oluşmasına yol açtı.
Monarşi ve önde gelen Tutsiler, Hutu’nun artan etkisini hissettiler ve kendi şartlarına göre acil bağımsızlık için ajitasyon yapmaya başladılar. 1957’de bir grup Hutu bilgini Bahutu Manifestosu‘nu yazdı. Bu, Tutsi ve Hutu’ları ayrı ırklar olarak etiketleyen ilk belgeydi ve istatistik yasası olarak adlandırdığı şeye dayanarak iktidarın Tutsi’den Hutu’ya devredilmesi çağrısında bulundu.
Belçika; Ruanda ve Burundi’yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz oldu.
Tutsi – Hutu ayrımının temelinde ne var?
Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa’da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan’da da görülmüştür.
Bir başka neden olarak, özellikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.
Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane kabullerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar.
Hutu’lar ağırlıklarını koymaya başladı
II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletler’e verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi Parmehutu Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi.

Ruanda’nın ilk seçilen Başkanı Grégoire Kayibanda (ortada), Afrika ve Belçika hükümet temsilcileriyle birlikte, Brüksel, 1961
İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde bulundular. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda‘ya sığındı.
Bağımsızlık kazanılmasından sonra Parmehutu yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974’teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973’te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, Parmehutu hareketine son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.
1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB) Ruanda hükûmetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda’daki kamplarından çıkıp Ruanda’da hükûmetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990’dan 1992’ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos’ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna kalıcı çözüm bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye karar verdiler.
En ücra köylere kadar her yerde Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ülkenin ekonomisi silah alımına uygun olmadığı için Çin’e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, sivri uçlu sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan Hamam böceği avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükûmeti önlem olarak hiçbir şey yapmadı.
6 Nisan 1994’te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı.
O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar.
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak ve bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM Barış Gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi.
Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle, balta, bıçak, satır, taş ile Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, acısız ölümü satın alıyorlardı, olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar, ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyadaki soykırımlara seyirci kalmayacağını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM’de soykırım sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Katliam haberlerini alan RYB (Ruanda Yurtseverler Birliği) üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükûmetine askeri yardıma başladı.
Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali’nin batısından Kongo’ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000’e yakın insan öldürülmüş, 500.000 kadın tecavüze uğramış, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda Vatansever Cephesi lideri Paul Kagame’ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı hükûmetin düşürülmesi ile son buldu. Ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüzbinlerce Hutu, komşu Zaire’e (Kongo Cumhuriyetine) sığındı.
Günümüzde tüm bunlar unutulmasa da ülke şu an için barış içindedir.